Kralın Muhafızları ve Ailesi: Şeriat ve Tasavvufa Dair Temsilî Bir Hikaye
Islam dünyasında, tarih boyunca devam edegelen bir gerilim vardır — zaman zaman ümmeti derinden sarsan, hatta parçalanma noktasına getiren bir gerilim.
Evet, burada İslam’ın iki büyük geleneğinden, iki “kanadından” söz ediyorum: Şeriat kanadı — yani klasik İslami ilimler — ve Tarikat kanadı — yani tasavvuf yolu. Asırlar boyunca bu iki gelenek birbirlerine genellikle saygı göstermiş, her iki alanda da derinleşmiş birçok âlimler yetişmişse de, zaman zaman ciddi gerginliklerin, birbirlerini tekfir’e varan kavgaların yaşandığı da herkesin bildiği bir gerçektir.
Islam’ın bu iki yüce kanadının ilişkilerinin hakiki mahiyetini çok güzel anlatan meşhur bir benzetme vardır: Şeriat insanın vücudu, tasavvuf da ruhudur. Beden ruhsuz yaşayamaz, ruh da bedensiz var olamaz. Bir başka teşbihte, Şeriat aklı, Tarikat ise kalbi temsil eder; ya da biri imanın erkek yönünü, diğeri kadınsı yönünü temsil eder. Tüm bu benzetmeler, iki geleneğin rekabet için değil, birbirini tamamlamak için var olduğunu ifade ederler.
Ben de bu ilişki üzerine tefekkür ederken, zihnimin gözüne çok canlı bir başka teşbih belirdi. Diğer bütün benzetmeleri de içine alan çok canlı bu temsilî hikayeyi paylaşmak istedim.
Saray ve Muhafızlar
Bir memleketin çok büyük ve adaletli bir Sultanı vardı. Bu Sultan’ın da gözünün nuru olan bir ailesi vardı — pırıl pırıl hayat dolu çocukları, hem ahlakı hem kendi güzel bir hanımı, ve en yakın ve kıymetli akrabaları. Sultan bu ailesini barındırmak ve korumak için muhteşem bir saray inşa eder. Herkesin bildiği gibi, böyle bir saray planlanırken, Sultan’ın göz bebekleri sarayın hem güzel ve nezih, ayrıca da dışarıdan gelebilecek tehlikelerden en iyi korunabilecek yerine yerleştirilir.
Saraya dışarıdan yaklaşırken de ilk karşımıza çıkan büyük bir muhafız alayı olur. Hikayemizin ilk anahtar ismi de zaten bu: Sarayın muhafızları. Sarayın yüksek duvarları ve haşmetli kapıları, ve her kapıda ve kulede bekleyen nöbetçileri vardır. (Bugün bile Avrupa’ya gidenler, eski sarayları ziyaret ettiklerinde, ilk karşılaştıkları manzara, sarayın dışında bekleyen, sert bakışlı, vakur ve ciddi muhafızlardır.)
Bu muhafızların eğitimi — askerler ve polislerinki gibi — onlara son derece uyanık, pür dikkat ve oldukça şüpheci olmalarını öğretir. Çünkü her an karşılaşabilecekleri tehlikelerin boyutunu herkesten iyi bilirler. Evet, bir milleti veya imparatorluğu yıkmak isteyen düşman, doğrudan kralı hedef alır — ya da daha kötüsü, geleceği taşıyacak olan çocuklarını. Bu yüzden muhafızlar her gün sarayın kalbine yönelen gerçek ve sürekli bir tehdidin bilinciyle yaşar.
Hikayedeki muhafızlar, Şeriat âlimlerini temsil ederler. O saray ise Islam’dır. Şeriat âlimleri, tarih boyunca bu sarayı dışarıdan gelen sayısız tehlikeye karşı korumaya hayatlarını adamış kahramanlardır. Onları küçümseyen bazıları, sarayın dışındaki konumlarına dikkat çekerek, onları ʿulemâʾü’r-rusûm — “kışır (dış şekillerin) âlimleri” — diye niteleyecek kadar ileri gitmişler, ve maalesef o alimlerin hakikatte paha biçilmez kıymetteki misyonlarına karşı çok ciddi haksızlık etmişlerdir.
Muhafızların bazen sert tavırları, onların vazifelerine olan sadakatlerinin nişanıdır. Onlar, şeytanın Kur’an’da beyan edilen, Allah’ın kullarını kıyamete kadar saptırma yeminini gayet iyi anlamışlardır. Bir anlık gaflete düşseler, veya sarayın surlarının ücra bir köşesini bile korumakta az bir gevşeklik gösterseler, düşmanın oradan içeri sızıp, kralın göz bebeği olan ailesine saldırmak için fırsat kolladığını bilir, ve o endişyle gözlerine uyku girmez.
Şeriat alimleri şunu bilirler: arkalarından yükselen Islam sarayını duvarları, Peygamber Efendimizin (S.A.V) — Kur’an ayetleri ve Allahu Teala’nın bizzat yönlendirmesiyle — tasarlayıp, ashabıyla birlikte inşa ettikleri en güçlü savunma hattıdır. Mesela, Sultan’ın genç evlatları, arkadaşlarından birkaç yabancının avluya girmesini zararsız görebilirler. Ama muhafızlar çok iyi bilir: o ilk duvar aşıldığında iç savunmalar daha zayıftır ve o noktada savaşın çoğu zaten kaybedilmiştir.
Bu yüzden Şeriat alimleri bu duvarın muhafazasını, duvarda zamanın açtığı gedikleri tamir edip sürekli bakımını yapmayı en yüce vazifeleri bilirler. O kararlılıkla sınırda dururlar. Parolasız giren kimseyi içeri almaz, kapıdan sokulmak istenen her türlü yiyecek ve içeceğin, Sultan’ın ailesine ikram edilebileceğini bilir, o titizlikle incelemeden içeri almazlar.
Sultan’ın Ailesi
Hikaye’deki Sultan’ın ailesi ise Islam’ın ruhu, kalbi, özün ta kendisini temsil eder. Bunlar tasavvuf ehli, İslam’ın manevi boyutunu öne çıkaranlardır. Bir açıdan, gerçekten de gayenin kendileridir, sarayın yapılma sebebidir. Ama bu, onların savunmaya karşı fazla bastırma hakkı olduğu anlamına gelmez.
İçerde aile huzur içinde yaşar. Çocuklar koşar, kadınlar istirahat eder, kral ateşin yanında sükûnet bulur. Güzel elbiseler giyerler, ziynet takarlar, korkusuzca yaşarlar. Dışarıdan bakan için bu hayat zirvedir — ve öyledir. Fakat bu huzuru mümkün kılan, onların dış dünya ile arasındaki her adımın korunuyor olmasıdır.
Bu iç dairenin tasviri daha derin bir manayı da taşır: Kralın küçük çocukları tertemiz, masum ve neşelidir; tükenmez bir sevinç kaynağıdırlar. Ancak aynı zamanda, başkalarının kötülüğünü sezemeyecek kadar safdırlar. Bu durum, kalbin en değerli ama kırılgan yönleri için de geçerlidir. Savunmadan yoksun bu yönler, içeri girmemesi gereken şeyleri fark etmeden alabilir. Nasıl ki bir çocuk zararsız sanarak bir arkadaşını ya da eşyayı içeri sokabilir, kalp de korunması gereken tesirleri alabilir. İşte muhafızların titizliği, içeri gireni denetlemesi bu yüzden vazgeçilmezdir.
Eğer en ufak bir şüphe doğsa — bir hizmetkârın aslında bir casus olduğu, ya da dost görünen birinin gizli bir hançer taşıdığı — o andan itibaren bütün huzur yok olurdu. Tehlike katlanır, kral bir an olsun huzurla uyuyamazdı. İşte görünmeyen bu güven, dışarıdaki muhafızların hizmetidir.
İkilemin Mahiyeti
Bu ikilem, yani muhafızlarla ailenin farkı, başka pek çok alanda da görülür: beden ve ruh, kalp ve akıl, erkek ve kadın, sağ beyin ve sol beyin.
Mühim olan, her iki tarafın da diğerini tamamen anlayamayacağını kabul etmesidir. Onlar öyle yaratılmamıştır. Muhafızların sert, disiplinli olması gerekir. Ailenin ise rahat, süslü, neşeli olması tabiîdir. Hiçbiri diğerini kendi tabiatından dolayı kınamamalıdır. Erkekler, kadınları kendi akıl yürütmeleriyle yargılarsa onları incitir. Kadınlar da erkekleri, kendilerinde olmayan hassasiyetleri var sayarak yanlış anlar. Her biri farklı fıtrat ve kabiliyetlerle yaratılmıştır. Bunda derin bir rahmet ve hikmet vardır.
Allah her şeyi çift yarattı — ama çift olmak aynı olmak değildir. Kur’an, yaratılışta tamamlayıcılığın işlendiğini vurgular. Asıl ders şudur: huzur, tarafların eksiklerini öne çıkarmasıyla değil, birbirinde olmayanı onda görüp kabul etmesiyle mümkündür.
Tarihte Muhafızların Rolü
Teşbihe dönersek: eğer muhafızlar olmasaydı, saray çoktan çökerdi. Şeriatın sıkı müdafaacılarını düşünün — İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye yahut tefsirde İbn Kesîr gibi. Onlar hakikatin ölçüsüdür. Hadis âlimleri ise en yüksek derecede muhafızlardı. Mesela İmam Buhari, yüzbinlerce rivayeti on altı yıl boyunca incelemiş, onların çok küçük bir kısmını Sahih’ine almıştır. Böylesi bir gayret, imanın muhafızlığından başka nedir ki?
Elbette muhafızlar bazen sertti. Bu durum, kralın ailesinin muhafızların katılığından yakınmasına benzer. Mesela İbn Teymiyye, İbn Kayyim, İbn Hacer el-Askalânî gibi bazı büyük âlimler zaman zaman tasavvufun büyük ustalarına ağır tenkitler yöneltmiştir. Her zaman haklı değillerdi; bazen sınırı aştılar, bazen aşırı şüpheye düştüler. Ama çoğu zaman niyetleri sâlih idi; himayenin eksilmesinin doğuracağı sonuçlardan derin bir korku duyuyorlardı.
Tarihe baktığımızda görürüz ki, muhafızların sertliği genellikle artan tehlike dönemleriyle çakışmıştır. Kimi zaman bu tehlike dışarıdan geldi — mesela Yunan felsefesinin İslam dünyasına girişiyle. Kimi zaman da içeriden — namazın sadece raks ve musikiyle değiştirilmesi, evliyalara gösterilen hürmetin kabirperestliğe dönüşmesi gibi. Böyle dönemlerde muhafızlar, kralın ailesinin gizli tünellerden dışarı kaçtığını düşünür gibi endişelenmişlerdir.
İbn Teymiyye gibi âlimlerin üslubunu veya aşırılıklarını kabul etmesek de, samimiyetlerinden şüphe etmek zordur. Onlar İslam’ın geleceği için derin kaygılar taşıyor, saraya sızmaları ihtimalini hissediyorlardı. Onların yazdıklarını adil değerlendirmek için, o dönemin şartlarını hesaba katmak gerekir.
Hamdolsun, böyle dönemlerde Rahmân ve Rahîm olan Allah, ümmeti merkeze çeken, aşırılıkları frenleyen, sûfîleri tekrar sarayın içine dâhil eden seçkin kullarını göndermiştir. İmam Gazali’den Abdulkadir Geylânî’ye, Muhammed Nakşibend’den İmam Rabbânî’ye ve Said Nursî’ye (Allah hepsinden razı olsun) kadar nice zat, İslam’ın iki kanadını kendi şahsında birleştirmiş, ümmeti omuzlarında taşımıştır. Bu, sanki kralın büyük oğlunun dışarıdaki muhafızların başına geçip onların yöntemlerini öğrenmesi, sadakatlerini takdir etmesi ve aynı zamanda iç dairenin inceliklerini taşıması gibidir.
Sonuç: Bu Temsil’in Önemi
Bu teşbih, rollerin açıklığa kavuşmasını sağlar: Şeriat, sınırı çizen ve koruyan muhafızlardır; tasavvuf ise içerdeki hayat — sıcaklık, güzellik, zikirdir. Onlar rakip değil, birbirine muhtaç iki kanattır. Duvarlar zayıfladığında duygu taşkınlığı felakete dönüşür; odalar katılaştığında hukuk ruhsuzlaşır. İslam geleneğinin büyük birleştiricileri — İmam Gazali, Abdulkadir Geylânî, Muhammed Nakşibend, İmam Rabbânî, Said Nursî — bize şunu gösterir: büyük “oğul” hem dışarıdaki nöbette sadık, hem içerideki kalbe şefkatli olabilir.
Bundan çıkarılacak ders basit ama çetindir: her tartışmada kendimize sormalıyız — ben duvarı mı güçlendiriyorum, odayı mı ısıtıyorum? Ve öteki işi kim yapıyor? Hakaretsiz eleştiri, hor görmeden savunma, disipline halel getirmeden ibadet. Gayemiz şu olmalı: disiplinli bir merhamet. Güçlü duvarlar, sıcak odalar ve aralarında açık bir geçit. Bir saray böyle ayakta durur — ve bir ümmet ruhunu böyle korur.